Aşkın yüzyıllardan beri tanımı yapılmaya çalışılır. Yalnız yazarlar, şairler, bilim adamları değil, belki her yeni aşık çift de kendilerince yeni bir tanım getirmeye çalışırlar. Bu , aşkın herkes için aynı olmadığını, zamana ve kişilere göre değişen bir duygu olduğunu gösterir. Ama yine de aşkın değişmeyen, evrensel bir yönü de vardır. Bu, iki insan arasında derin ve kalıcı bir ilişkinin kurulmasıdır.
Hayatının şu ya da bu döneminde herkesin tatmış olduğu bir duygudur bu: iki insan bakışırlar ve birbirlerine çekildiklerini hissederler. Aşk, rastlantısal ve karşı konulmazdır. Aşık olan insan, aşık olmaya karar verdiği için yapmaz bunu; hatta başlangıçta çok derin bir ilişkiye bile girmeyi beklemiyordur . Aşk, planlanmamış, irade dışı gelişen bir duygusal harekettir. Eski mitolojiye göre, aşık olmak insanın bilincini, iradesini ve yargılama yetisini askıya alır: aşk tanrısı okunu atar ve insan iflah olmaz bir sevdaya düşer.Hemen bütün toplumlarda, daha çok küçük yaşlarda çocuklara insan yaşamının bir amacının da evlenmek, sevmek ve sevilmek olduğu öğretilir. çevrelerinde herkes evlilikten, büyük aşklardan, erkek-kadın ilişkilerinden söz etmektedir. Ergenlik çağına geldiklerinde çocukların kafaları aşk ve sevgi hakkında bir yığın basmakalıp düşünceyle dolmuştur bile. ilk gençlik çağının ateşiyle, daha aşık olmadan aşk hakkında düşünmeye başlarlar. Bir çok genç, karşılaştıkları vakit “gerçek aşkı” tanıyıp tanıyamayacaklarını merak ederler. Oysa böyle bir merak yersizdir, çünkü herkes kendi başına geldiğinde böylesine benzersiz bir duyguyu hemen ayırdedebilecektir. Bununla birlikte, aşkın hedefini bulamadığı da olur: insan şiddetli bir aşık olma arzusu taşıdığı, içini yakıcı bir sevda duygusu kapladığı halde bir türlü uygun bir sevgili bulamaz. Hiç bir eş adayı, karşı cinsten hiç bir kimse, içindeki kavurucu duyguya denk düşmemektedir. Bu durumdaki insanlar çoğu zaman aşkı idealleştirirler; ideal bir sevgili peşinde koştukları için, gerçekle bir türlü uzlaşamazlar.